Hitabet söz konusu olduğunda, bir konuşmacı olarak performansınızın altında genel olarak 2 temel unsur bulunur: Teknik unsurlar, psikolojik unsurlar.

Teknik unsurlar, -eğer bir eğitim almışsanız bilirsiniz-, hitabetinizin karşı tarafa yansımasında dikkat etmeniz gereken noktaları işaret eder: ilk intibaya dikkat et, iyi bir açılış yap, slayt kullanıyorsan göz kontağına dikkat et, mesajın net olsun, beden dilini kontrol et, dinleyici ile interaktivite vs gibi… Bir çoğu konusunda eğitim alarak, üzerine  çalışarak, edindiğiniz tecrübelerle  yol almanız mümkündür.

3004857-poster-1280-3-strategies-managing-public-speaking-anxiety

Psikolojik unsurlardan kastedilen ise, yapısal özellikleriniz, içinde yetiştiğiniz aile, toplumsal özellikler, var ise çocuklukta, eğitim sırasında yaşanılan travmalar gibi sıralanabilir. Nedenlerine gelince;

Biz Türk toplumunun belli bir kuşağı olarak , “konuşturulmamak üzere” yetiştirildik. Kendini ifade etmek, bir görüş bildirmek, -hele ki büyüklerinizin de yanında iseniz- saygısızlık ile özdeş bir durum olarak öğretildi bize.

“Sen sus bakalım, cin olmadan adam mı çarpacaksın”, “büyüklerin yanında sana söz düşmez”, “senin daha kırk fırın ekmek yemen lazım” dediler, biz de sustuk. Konuşmak, fikrini ifade etmek ile ilgili kurallar, büyüklerin karşısında “bacak bacak üstüne atılmaz” kuralı gibiydi çünkü.

Hepimiz biliriz: “su küçüğün, söz büyüğün”.  Yıllarca bunu anlamlandırmaya çalıştım, niye bu iki farklı değişken, enteresan bir denklemde bir araya getirilmeye çalışılmış? “Su küçüğün, kahve büyüğün” deseler, “sağlığımızı düşünüyorlar, çocuklar kahve içmez” diye düşüneceğim. Sonradan öğrendim ki “SUS küçüğün, söz büyüğün” !

Aile için iletişim, toplumsal öğretiler ileride bireyleri her konuda olduğu gibi “kendini ifade etme”de de çok etkiler. Ses enerjisinin düşük olması, zar zor işitilen bir ses tonu, göz kontağı kuramamak, aşırı hızlı konuşma eğilimi, dinleyen soruları karşısında agresyon gibi teknik görülebilen şeyler, aslında tamamen psikolojik sebeplerden kaynaklanır.

Evlerdeyken böyle olan durum, okulda da, eğitim sistemimiz içinde de çok farklı değildir elbet.

introvert-top

13 senedir en sık verdiğim eğitimlerden biri olan Sunum Teknikleri kapsamında, binlerce katılımcım oldu.  Bazı üst düzey yöneticiler ile birebir çalışmalarda da bulundum.  Bu çalışmalar sayesinde gözlemlediğim ilginç bir şey var:

Katılımcılarım, sıra sunum yapmaya, hitabete gelince “Hocam tahtaya mı geliyoruz?” veya “Hocam, sahneye mi çıkıyorum?” diyorlar yani. Yani topluluk karşısında olmak birçok katılımcım için “Tahta” (Sınıf ortamı) veya “Sahne” ile özdeş. Çünkü belli bir kuşak için, yukarıda bahsettiğimiz sebeplerden, sosyal ortamlarda “susmak” ne kadar gerekliyse, sözlüye kalkmak, cezalı olmak vs… vesilesi ile  “sınıf ortamı” veya spotların üzerinizde olduğu, birçok meraklı gözün sizden performans beklediği “sahne” , bir o kadar “konuşulması gereken” yerler olarak yerleşmiş kafalarına. Bu yüzdendir ki her 10 katılımcımdan 2’si bu veya benzeri travmalar ile hitabet konusunda zayıf hissediyorlar kendilerini.

Dolayısıyla katılımcılarım için, eğitim hayatı boyunca zorlandıkları bu biçim he ne kadar yıllar içinde dönüşüm geçirmiş olsa da, “kendini ifade etme zorunluluğu” olarak,  en iyi ihtimalle üniversitede, ama birçok kuşak için anca iş hayatında karşılarına tekrar çıkmış oluyor. Yıllarca onları susturmaya çalışan, sorgu, sual veya ceza sebebiyle topluluk önüne iten sistem, bu sefer konuşturmaya, hatta en iyi şekilde kendini ifade ettirmeye zorluyor.

Bu durumu kuşaklar üzerinde rahatça gözlemlemek mümkün. X kuşağı bir nebze olsun bu “tutuk” durumdan kaçabilmişken, örneğin Y kuşağı ve sonrası için kendilerini çok daha iyi ifade edebildiklerini söyleyebilmek mümkün.   Nispeten daha yeni kuşakların, aldıkları eğitimin de etkisiyle, konuşmacı performansının teknik ayağında zaten donanımlı,  psikolojik ayakta da çok daha rahat ve güvenli olduklarını ifade edebilmek mümkün.

5-6 yaşındaki çocuklarımıza baktığımızda, eğitimin “kendini ifadede” ne kadar önemli olduğunu gözlemleyebilmek mümkün. Yuva ile başlayan eğitim maratonunda, örneğin “drama” gibi dersler, faaliyetler, çocuklarımızın öz güvenine çok iyi bir yatırım oluyor, gerek sahne korkusu gerek kendini ifade problemi gibi zorluklarla daha az karşılaşacak gibi duruyorlar şimdilik : )

Bu da bize gösteriyor ki, eğitim hayatımızı sadece bilgi donanımını oluşturmaya yönelik geçirmek, ileride çok daha büyük problemlerin önünü almamızda bize vakit kaybettirir.  Günümüzde sadece bilgi, iyi bir üniversite mezunu olmak, hatta master doktora gibi üst lisanslar bile yetmiyor. Kurumlar, kendilerini en iyi şekilde temsil edecek seçimler yaparlarken , yapacağı iş ne kadar teknik olursa olsun, kendini iyi “sunabilen” bireylere öncelik tanıyorlar. Bu yüzden tavsiyem, özellikle de meslek seçimi dönümünde olanlar, üniversite eğitimine başlayanlar ama mezuniyet sonrası için kaygılı olanlar, mesleğini ve işini çoktan seçmiş ama içinde bir eksiklik hisseden herkes, bilgiye, görgüye, tecrübeye yatırım kadar “kendilerine de yatırım yapmaya” zaman ayırsınlar.

Hitabeti etkileyen teknik unsurlar, eğitimle, provayla, zamanla edinilen tecrübelerin de ışığında gelişecektir. Psikolojik unsurlar ise, öncelikle bireyin kendini geliştirmeyi “istemesi” şartı ile, konfor alanının dışına yapılması gereken bir “gelişim yolculuğunun” kabulü sayesinde olabilir. Bu da indirekt eğitimlerle destek alınarak (drama, nefes, yaratıcılık gibi), sabırla, çok çalışarak ve herşeyden önemlisi “isteyerek” mümkün olabilir.

Didem Alpaylı Erdoğan

DİEM AKADEMİ

No Comment

Comments are closed.